27 Ocak 2023 Cuma

TARİH BOYUNCA DEVLET ANLAYIŞLARI

 


Devletin iktisadi, sosyolojik, hukuki pek çok tanımı yapılabilir.

Hukuk ilmini esas alarak devleti tarif etmek gerekirse; “Devlet, muayyen bir ülke üzerinde, hükümetle temsil olunan, merkezi bir otoritenin hükmü ve gözcülüğü altında muayyen hukuki ve otonom bir nizama bağlı olarak yaşayan insanlardan oluşmuş siyasi geniş bir birliktir” (1).

Türk Dil Kurumu’nun Türkçe sözlüğüne göre devlet, “toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasi bakımdan teşkilatlanmış millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel kişiliktir.”

Bu tanımlardan da anlaşılacağı gibi, bir devletin var olabilmesi için onu var edecek bir millet veya milletler topluluğunun olması gerekir. Yani “insandan ayrı bir devlet”ten bahsedilemez. Batıda devletin, kendini fertlere kabul ettirebilmek için neden zor kullandığı ve mutsuz bireylerin neden devamlı yeni bir sistem arayışında oldukları sorularının cevabı, “insandan ayrı bir devlet” anlayışındadır.

Nitekim İsmail Hami Danişmend, milleti tarif ederken şöyle demiştir:    

“Millet, iki unsurdan oluşan bir karışım demektir. Bunlardan biri maddi, diğeri de manevi unsurdur. Maddi unsur; toprak, nüfus, servet vs.’dir. Manevi unsur; dil, din, örf ve adet gibi şeylerdir...” (2).

Demek ki, devletlerin asıl vazifesi, varlık nedeni olan milleti var eden unsurların devamını sağlamaktır. Milli Devlet anlayışında milletten ayrı bir devlet düşünülemez. Aksine millet için devlet anlayışı hakimdir.Batı sistemlerinde ise, devletin gelişim tarihi içinde, “devlet tüzel kişiliğinin millet ile olan bağlantısı”nın literatüre girişi dahi çok yenidir. İlk olarak 11. yüzyıldan itibaren  belirmeye başlayan bu dönüşüm, 17. yüzyılda tamamlanmış ve millet–devlet, 1648 Vestfalya Antlaşması ile Avrupa’daki  milletlerarası sistemin temeline oturmuştur. Artık günümüze kadar siyaset literatüründe gelen devlet kavramı, “bir milletin  siyasi örgütlenmesidir” şeklindedir. Yani, Batı, devletin yapılanmasında milletin yerini ancak 17. yüzyılda idrak edebilmiştir.

Sosyo–politik temeli “sınır esası”na dayalı olan millet mutlakiyetçiliğine; sosyo–ekonomik temeli ise ticari kapitalizme dayanan bu yapılanma, 19. yüzyılda Hegel felsefesi ile “devlet, ahlaki idealin gerçekliğidir” tanımını almıştır.

Batının çizdiği bu millet–devlet yapılanmasında önemli olan, belli sınırlar içinde yaşayan insan topluluğunun ortak iradelerini aksettirici hakimiyetten kaynaklanan siyasi bir örgütlenme oluşturmasıdır. Devletin yasama, yürütme ve yargı fonksiyonları bu ortak irade ve hakimiyet esası ile meşruiyet kazanır (3).

Yukarıdaki millet–devlet tarifinde devlet, bir siyasi örgütlenme olarak kabul edilmektedir. Millet ise, bu örgütlenmenin meydana gelmesinde olmazsa olmaz şarttır. Batının, “kurumlar için insan” yaklaşımı, devletin yapılanmasında da vardır. Halbuki uçsuz–bucaksız kainatta mevcut olan her şey insan içindir. İnsan bu zengin malzemeyi şekilden şekle sokacak kabiliyete ve bilgiye sahiptir.

Denilebilir ki, insanlık tarihi, insanın maddeye şekil vermesi, icatlar yapması, bilimsel, sosyal, kültürel, iktisadi her sahada gelişme ve tekâmül vücuda getirme sürecidir.

Tarih boyunca insanlar hep topluluk halinde hayatlarını sürdürmüşlerdir. Fertler kendileriyle barışık olduğu, başka bir ifade ile kendi yararına kazanıldığı dönemlerde toplumlar da mükemmelliği yakalamıştır. En mükemmel cemiyet, insanın kendisine ve topluma en faydalı olduğu zaman vücuda gelmiştir.

“Tarih şahittir ki, insanları, cemiyetleri biraraya getiren ana unsur inanç birliğidir. Diğer bütün unsurlar buna bağlı olarak kendiliğinden gelişir ve yerini alır” (4).

“İnanç birliği insan topluluklarını birbirine bağlayan en önemli harçtır. İnsanları ve cemiyetleri bir araya getiren temel unsurlardan ikincisi kültür birliğidir” (5).

Kültür, inanç ve ideolojinin bir tezahürüdür. Ve inanç birliğine bağlı bir olgu olarak ortaya çıkar. İnanç ve kültür birliğinden sonraki en önemli faktör güç birliğidir.

Bütün bu faktörler devlet kavramıyla yerine oturur. Devlet, insan topluluklarının kurumsallaşmış şeklidir.

Devlet, halkın tamamını kucaklayan bir konumda olmalıdır.

İşte bizim Sosyal Devlet anlayışımızın hareket noktası da budur… Devlet üreticisini, tüketicisini, esnafını, memurunu, köylüsünü, gencini–yaşlısını koruyan ve gözeten; iktisadi anlamda önünü açan; eğitim, sağlık vs. hizmetlerden en üst seviyede faydalanmasını temin eden bir misyon üstlenmelidir.

Milli Devlet anlayışını ele almadan önce bugünün devlet anlayışını ve noksanlıkları ortaya koyarak işe başlayalım.

Mevcut dünya düzeninde geçerli olan sistem, kapitalist sistemdir. Kapitalizm, bugün sadece ekonomik düzen olmanın ötesinde, siyasi boyutu demokrasi, ekonomik boyutu piyasa ekonomisi ve sosyal boyutu da insan hakları olan geniş bir devlet anlayışına dönüşmüştür.


1– Bkz. A. F. Başgil, Devlet Nedir?
2– Prof. Dr. Haydar Baş, Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler, s. 221
3– Ana Britannica, Devlet bahsi, s. 236
4– Prof. Dr. Haydar Baş, Makalat, s.173
5– Prof. Dr. Haydar Baş, age. s. 173–174

KAPİTALİZM DE DEVLET

 


Kapitalist anlayışların devlet kavramına nasıl yaklaştıklarını, tarihsel olarak kapitalist düşünce içerisinde devletlerin nasıl bir evrim geçirdiğini anlamak için öncelikle kapitalizmin üzerine oturduğu temelleri  yeniden hatırlamamız gerekmektedir.Bunlardan bir tanesi kaynakların sınırlı ihtiyaçların sınırsız olması  diğeri de piyasaların kendi kendine dengeye ulaşabileceği yanılgılarıdır.

“Kaynakları sınırlı, ihtiyaçları sınırsız” olarak gören anlayış, elbette bu kaynakların herkese yetemeyeceği, ancak mutlu bir azınlığı tatmin edeceği sonucuna varacaktır.

Bu düşüncenin ürünü olarak hayata geçirilecek bir devlet yapılanması ise, vatandaşlarının ihtiyaçlarını karşılamak üzere değil, aksine mutlu azınlıkların ihtiraslarına cevap vermeye odaklanacaktır.

Yukarıda ifade ettiğimiz kaygılardan dolayı kapitalist zihniyet  hep üretime ve kazanca odaklanmıştır. Sömürgeci ve emperyalist anlayışlarda bu düşüncenin ürünleridir.

Çalışan kesimin ve işçi sınıfının ezilmesi, buna karşı sosyalist ve anarşist modellerin anti tez olarak kapitalizmin karşısına konması yine bu yanlış uygulamaların neticesidir.

Kapitalist süreç içerisinde ulus devletlerin ortaya çıkması ve çeşitli değişikliklere uğraması, hep bu temel kaygılara bağlı olarak gelişmiştir.

Bu mantık içerisinde devlet, hep kural koyucu; zaman içerisinde uluslar üstü bir kimlik kazanan mutlu azınlığı koruyucu bir tavır içerisindedir.

Bu anlayış içerisinde vatandaş olmak belli hakları elde etmekten ziyade, belli sorumlulukları kabul etmek manasına gelmektedir.

Kapitalist devlet anlayışını daha gerilerden ele almak mümkündür; ama 1648’de yapılan Westphalia antlaşması ile Batı dünyasında ulus devlet yapılanmasının temeli atılmıştır.

Bu tarihten sonra feodal yapıyı terk etmiş, içişlerinde bağımsız, uluslar arası hukukta tek yetkili, vatandaşları ile olan hukukunu kendi belirleyen ulus devletler dönemi başladı.

Bu dönemin başlaması, esasında büyüyen ticaret hacminin kendisine güvenli ticaret bölgeleri aramasının bir sonucudur. Ulus devletlerin sınırları kapitalist zihniyet için güvenli bölgeler haline geldi.

Bu ticareti elinde bulunduranlar için, “ulus devletlerin koruyuculuğu” güvenli bir liman vazifesi görmekte idi.

18. yüzyıla kadar devam eden sömürgecilik anlayışı ve ileriki yıllarda ortaya çıkan çağdaş sömürgecilik olan emperyalizm, ulus devletler üzerinden mutlu bir azınlığın dünyayı sömürmesinden başka bir şey değildir.

Zaman içerisinde bu global odakların daha büyük kazanç elde etme hırsı, “daha büyük pazar” ihtiyacını ve yerel kaynakların ve gelirlerin kontrolünü sağlayacak küreselleşme sürecini başlattı. Bu süreçte artık ulus devletlerin geçmişteki misyonunu DTÖ, IMF, DB… gibi kuruluşlar üstlenmiştir.

Kapitalist düşünce, kendi mantığı içerisinde hiçbir zaman devlet olgusuna karşı olmamış; aksine desteklemiştir. Bugün dahi küreselleşme sürecinde ulus devletler tasfiye ediliyor derken; bizim kastettiğimiz zaman içerisinde ulus devletlerin değişim geçirdiklerini anlatmaktır.

Nitekim “devleti küçültelim diyenler”in, devletin, yüksek kâr getiren kurumlarını global tefecilere devretmesini, madenlerini yok pahasına bu odaklara satmasını kastederler. Ama aynı devlet, vatandaşlarından vergi toplama noktasında olabildiğince güçlü ve zorlayıcı olmalıdır. Aksi taktirde global tefecilerin faiz gelirlerini karşılamak mümkün olmayacaktır.

Yani globalleşme sürecinde devlet kabuk değiştirmektedir.

Maliyeti yüksek yatırımlar ilk yıllarda devletlere yaptırılmış, simdi ise bu kârlı yatırımlar, bedava fiyattan global şirketlere devredilmektedir. Vatandaşların gelirlerinin global tefecilere aktarılması için arada köprü vazifesi görecek olan bir kuruma ihtiyaç vardır.

Bu sebeple yüksek meblağlarda bu odaklara borçlandırılan devletler, faiz ödemesi adı altında vatandaşlarından topladığı vergileri global sermaye sahiplerine aktarmaktadır.

İlk dönemlerde mutlu azınlıklar, ulus devlet yapılanması üzerinden vatandaşların gelirlerine hakim olurken; zaman içerisinde büyüyüp gelişmiş ve global bir kimlik kazanmıştır.

Bu değişime bağlı olarak artık global odakların çıkarlarına hizmet etmesi gereken devletlerin de bir değişim geçirmesi kaçınılmazdır.

Kapitalist süreç içerisinde despot devlet anlayışına karşı başlayan özgürlükçü halk hareketleri, zaman içerisinde liberalizm adını alarak felsefi bir temel kazanmıştır. Ancak günümüzde  özgürlükler adına yapılanlar, ulus devletlerin tasfiye edilerek global sermaye sahiplerinin onların yerini almasıdır.

Liberalizm, dünyada bulunan birçok kral yerine, halkları dünya krallığının kontrolüne teslim etmektedir.

Liberal anlayışın kıskacındaki ulus devletler, Sosyal Güvenlik harcamalarını kısmalı, daha çok vergi toplamalı ve topladığı bu vergileri, global odaklara faiz ödemesi olarak aktarmalıdır.Kapitalizmin tarif ettiği devlet, global odaklara bağımlı, onlar adına vatandaşlarının gelirini toplayıp bu odaklara teslim eden, yine global firmaların ele geçirdiği kaynakların bekçiliğini yapan bir devlettir.

Örneğin; Carlos Menem, Arjantin’de çıkardığı yasalarla madenlerin ancak yabancı firmaların işletmesine imkan verdi. Çıkartılan madenin sadece % 3’ü devlete vergi olarak verilirken; bu madenleri, Patagonya limanlarından yurtdışına çıkaran global firmalar devletten % 5 ihracat teşviki almaktalar.

Yani hem madenler bedavadan bu global firmalara devredildi, ayrıca % 2 de üstüne para verilmeye başlandı (6).

Bu konuda başta ülkemiz olmak üzere yüzlerce örnek sunmak mümkündür. Ancak geleceğimiz nokta kapitalist anlayışta devletlerin  global tefecilerin çıkarlarının bekçiliğini yaptığını söylemek olacaktır.

Toplanan vergiler, halklara hizmet olarak aktarılmadığı, Sosyal Güvenlik ve kamu harcamaları kısıldığı için, halklar, hükümetlere kızmakta ve onları değiştirmektedir. Asıl fail ise hep arkada gizli ve sürekli yerinde sabit durmaktadır.

Global odaklar, hane halklarından, istediklerini devletler kanalı ile onlara yaptırırken; devletlere de istediklerini global kuruluşlar ve kalkınmış kabul edilen ülkeler üzerinden yaptırmaktadır.

Yeri gelmişken belirtelim ki, başta ABD ve AB olmak üzere kalkınmış kabul edilen ülkelere baktığımızda, gelir dağılımdaki adaletsizlik, güney ülkelerinden farklı değildir. Onlar da bu global senaryonun bir taraftan parçası; ama diğer taraftan kurtlar sofrasının yemeği konumundadırlar. Nitekim ABD’de 20 milyona yakın evsiz olduğu tahmin edilirken; son 55 yılda ABD’de bulunan şirketlerin toplam vergi içerisindeki ödedikleri miktar % 40’tan % 7’ye düşmüştür (7).

Kapitalizmin devletleri getirmek istediği nokta, “off shore devlet”ler konumudur. Yani, global odakların vergi vermedikleri, vatandaşların gelirlerinin finanssal oyunlar ve faiz ile ele geçirildiği bir dünya hedeflenmektedirler. 1930’lu yıllardan 1980’lerin sonuna kadar kapitalist modelin tavsiye ettiği ve sosyal yönü günümüz uygulamalarına göre daha öne çıkan devlet anlayışı, kapitalist modellerin halktan yana olduğunu göstermez.

Bu dönemde yapılan sosyal uygulamaların temelinde iki sebep vardır. Birincisi devletler, Sosyal Güvenlik ve kamu harcamalarında teşvik edilerek bütçe açığı vermeye zorlanmış; tabi ki, bu açıklar global tefecilerden para satın alınarak kapatıldığı için zaman içerisinde devletler bu global odaklara bağımlı ve borçlu hale getirilmiştir. Yani kapitalist modelde Sosyal Devlet global tefecilerin rant kapısı olmuştur. Devletlerin borç batağına sürüklenmesine sebep olmuştur.

Bu sayede faiz gelirleri elde eden bu odakların artık elde ettikleri faiz ile paraları katlanarak büyüyüp trilyonlarca dolar seviyesine ulaştığı için, şimdi devletlerden her türlü harcamayı kısarak kendilere aktarmasını istemektedirler.

İkinci sebep ise, ezilmiş halk yığınlarının sokağa dökülmesi ve tepki olarak dünya sahnesinde sosyalist ve anarşist görüşlerin kendilerine hayat bulması, kapitalizmin, halkların ağzına bir parça bal sürmesini zorunlu kılmıştır.

Kapitalizmin bir dönem ağza bal çalma mesafesinde olan sosyal uygulamaları ile Milli Devlet modelimizde yer alan sosyal uygulamalar arasında mukayese bile edilemeyecek kadar, hem mantalite, hem de uygulama farkları vardır. Buna kitabımızda geniş olarak değinmekteyiz. Kapitalist süreç içerisinde ulus devlet fikrinin de babası kabul edilen Makyavel’in (8), görüşlerine de kısaca değinmemiz gerekecektir. Çünkü başta ABD olmak üzere kapitalist düşünce üzerine inşa edilmiş devlet yapılanmalarının tamamında Makyavel düşüncenin etkisini görmek mümkündür.

Makyavel’in IL Prıncıpe isimli eserindeki bazı genel kurallar şunlardır:

– Amaca ulaşmak için her araç yasaldır.
– Kötülükleri birden yap çabuk unutulsun; iyilikleri azar azar yap, vatandaşlar sana bağlı kalsın.
– Vatandaşları kendine muhtaç et.
– Seçilinceye kadar cömert, seçildikten sonra cimri ol.
– İnsanlara merhametli, dindar, bilge, doğru ve adil gözük ki, halk seni zaten uzaktan tanıyamaz; senin gerçek yüzünü az bir kesim anlar. Onlar da çoğunluk arasında seslerini duyuramaz.
– Verdiğin sözün sana zararı varsa tutma.
– İktidara gelmek için kurnaz ol.
– İnsanlar senden korksun.

İşte bu ve benzeri görüşler, üzerine oturan kapitalist devlet anlayışı, bugün de Makyavelist sıfatları fazlası ile korumaktadır.

Kapitalist anlayışta, Fukayama’nın Tarihin Sonu teorisi, aslında Yeni Dünya Düzeni’nin de başlangıcıdır. Çünkü ABD Başkanı G. W. Bush’un Körfez Savaşı sırasında dile getirdiği yeni dünya düzeni, “insan hakları ve piyasa–pazar ekonomisi” olarak ifade edilebilecek devlet ve ekonomi anlayışlarını bundan sonra silah zoruyla tüm dünyaya kabul ettireceğinin ilk sinyalleriydi (9).

Bu düzene yönelik tepkiler nedeniyle, hiçbir devlet yetkilisinin kapitalizm dememesi de ayrıca dikkat çekicidir. Bundan sonra ideoloji olarak kapitalizmden değil, dünya halklarına tek süper güç olarak kalan ABD tarafından zorla dayatılan demokrasi ve insan haklarından bahsedilecektir.

Körfez Savaşı sonrasında Somali, Bosna ve Kosova müdahaleleri ile devam eden “yeni düzen”, 11 Eylül saldırılarının arkasından Afganistan ve Irak’ta sürmüş; silah zoruyla demokratikleştirme çalışmaları BOP adı altında tüm dünyada meşruiyet zemini aramaya  çalışmaktadır.

BOP ve Ilımlı İslam projeleri ile 22 İslam devletinin sınırlarını, sistemlerini ve hatta inançlarını kendi koyduğu kurallara göre değiştireceğini ilan eden ABD yaklaşımı, Batının 21. yüzyılda adına açıkça “kapitalizm” demediği sisteminin demokrasi anlayışını vahşice hayata geçirilmesidir.

Bush’un binlerce masum Iraklıyı katlettiği saldırı için, “Irak savaşına yol açan kitle imha silahları istihbaratının büyük ölçüde yanlış çıktığını itirafı”, Batının sırf kendi menfaatleri için binlerce insanı katletmekten çekinmeyen devlet politikasıdır. Bu itirafa rağmen Irak’tan çekilmeyeceklerini söyleyen Bush, “Dünyaya ABD’nin sözünü tutamadığı mesajını veririz, bölgedeki diktatörler bize gülerler...” diyebilmektedir (10).

BOP örneğinde gördüğümüz gibi demokrasi uygulamalarının asıl amacı devletlerin parçalanarak küçültülmesidir.

Küreselleşen dünyada sınırların kalkmasından bahsedenler, artık büyük ve güçlü devletlere değil, küçük devletlere ihtiyaç olduğundan bahsetmektedirler. Bunun uygulanmasında yürürlükteki sitemin bazı kuralları veya işleyişiyle ilgili konular, söz konusu küresel talepler doğrultusunda bizzat devlet eliyle değiştirilmektedir.

Devlet mekanizmasının faydasını, gelişmiş ülkeler, çokuluslu şirketler ve AB gibi geniş ölçülü kuruluşlar görürler. Kuralları koyanlar, ülkelere ve devletlere kaidenin bozulmaması için demokratik rejimleri en geniş ölçüde yerleştirmek, insan haklarına yaygın biçimde uyulması ve serbest piyasa ekonomisinin piyasalarda uygulanmasını şart koşarlar.

IMF, Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler gibi kuruluşların gelişmekte olan ülkelerden kalkınma adına istediklerine baktığımızda bu hakikat açıkça görülecektir.

Zorla kabule dayanan bu sistemde, devleti var eden vatan daşların hak ve menfaatleri diye bir düşünce tarzına rastlamak mümkün değildir. Küresel mantığa göre devlet denilince, sistemin ve hedef aldığı kesimin devamıdır önemli olan... Batı felsefesinin önde gelen düşünürü Platon, Devlet isimli eserinde, adaleti şöyle tarif etmiştir: “Adalet, güçlünün işine gelendir. Sonuna kadar varan bir adaletsizlik, hür adama adaletten daha çok yakışır.”

16. yüzyılda Thomas More, Ütopya adlı eserinde Batı medeniyetinin hayalindeki devleti yazmıştır. Her şeyin maddeye dayalı olduğu bu devlette, 54 büyük şehri bulunan hilal biçimindeki bir adadan, evlerden, çiftliklerden, zirai alanlardan ve çalışan insanlardan bahsetmektedir. Çalışma saatleri,  şehirlerdeki ev sayıları, aile bireylerinin sayısı vb. her şeyin matematiksel rakamlara bağlandığı bu devlette, duyguya ve inanca yer yoktur. Yönetim sistemlerine baktığımızda aynı maddeci anlayışın devamı olarak kurallar oluşturulduğunu görmekteyiz. Liberal ve kapitalist anlayışlarda devlet, genel manada, sermayeyi elinde bulunduran zümrenin haklarını koruyan bir misyon üstlenmiştir.

“Zira kapitalizm, tarihsel olarak özel mülkiyet ve yarışma mekanizmalarından geçen bir zenginleşme tekniğidir” (11).

Bu yönüyle kapitalizm, “doğal seleksiyon” fikrine, yani güçlü nün hayatta kalacağı, zayıfların ise ezilip yok olacağı fikrine dayanan Darvinizmin iktisadi ve siyasi yansımasıdır. Kapitalizm sermaye egemenliğine dayanır. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra ve 20. yüzyılın içerisinde serbest piyasa ekonomisi yoluyla, faiz başta olmak üzere başka bir takım yöntemlerle sermayenin tekelleşmesinin önünü açan kapitalizm, fertler arasında ciddi bir gelir dengesizliğine sebep olmuştur. Bugün, ABD ve AB ülkelerinde mutlu küçük azınlıklara karşın,  yoksul ve mutsuz insan kitlelerinin varlığı bu uygulamanın neticesidir. Böyle bir ortamda devlet, sadece sermaye sahiplerinin hâmisi konumundadır. Oysa devletin fonksiyonu, sermayenin belli ellerde birikiminin önünü açmak değil, toplumun bütün birey ve sınıflarının mevcut imkânlardan adaletli bir biçimde yararlanmasını sağlamaktır.

Ancak kapitalizmde;

– Faiz yoluyla tekelleşen sermaye, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapmıştır. Kapitalizmin hakim olduğu toplumda kimse bu labirenti aşamaz.
– Bu uygulamanın sosyal bir yansıması olarak, söz konusu toplumlarda tabana inildikçe refah seviyesi düşer. İnsanlar eğitim hakkını, yönetime katılma, seçme, seçilme hakkını zengin sınıflarınki gibi kullanamaz. Sağlık vb. gibi en temel hizmetlerden olması gerektiği gibi yararlanamaz.
– Kapitalist toplumda para stoklanmıştır. Piyasalarda elden ele dolaşmaz. İşçi hakları, sendika hakları vs. sık sık gündem edilse bile bir işçi hiçbir zaman işçi olmaktan kurtulamaz. Sosyal Devlet projemizde ise, bunun tam tersi olarak, en alt kademedeki bir işçinin dahi, çalışkanlığı ve kabiliyeti nispetinde bir işveren olması mümkündür. Çünkü para, faiz yoluyla stoklanmayacak, piyasalarda dolaşacak, herkese proje mukabili kredi imkanı tanınacaktır. Zira, Sosyal Devletin en önemli görevlerinden biri budur.

6– Bkz. Pablo Waisberg, Maden şirketleri, Yağma, Ölüm ve Direniş: Arjantin örneği 159
7– Prof Stephen Bezruchka, Washington Un. Tıp Fak Kamu Sağlığı ve Topluluk Tıbbı Bölümü
8– Niccolo Machiavelli, 1469–1527
9– Bkz. Türk Dış Politikası, Editör: B. Oran, s. 210
10– Yeni Mesaj, 20 Aralık 2005
11– Bkz. Prof. Dr. Beşir Hamitoğulları, Çağdaş İktisadi Sistemler, Ankara, 1986, Savaş Yay.

A.B.D.de Demokratlar ve Cumhuriyetçilerin Toplumla İlişkisi Ne?

Kutuplaşmalar çağında Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti arasındaki en önemli farklardan biri, parti seçkinlerinin kendi tabanlarına yönelik tutumlarında yatıyor.
KUTUPLAŞMALAR ÇAĞINDA Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti (GOP) arasındaki en önemli farklardan biri, parti seçkinlerinin kendi tabanlarına yönelik tutumlarında yatıyor. Demokrat seçkinler (yani üst düzey seçilmiş yetkililer ve memurlar, danışmanlar, bazı büyük bağışçılar) genel olarak seçmen tabanıyla kendi arasına belli bir mesafe koyar. Cumhuriyetçi seçkinler ise tam tersine seçmen tabanına adeta yapışır. Bunun birçok nedeni var. Öncelikle Cumhuriyetçi Parti’nin tabanı daha büyük. Bu, günlük medyada neredeyse hiç bahsedilmeyen bir gerçek. Ancak "GOP'un neden ideolojik olarak daha homojen bir parti olduğundan tutun Cumhuriyetçi mahallelerin “seçimin çalınması” konusunda neden daha kolay ikna olduğuna kadar" Amerikan siyaseti hakkında çok şey açıklıyor. Gallup'a göre Amerika'da liberallerden çok daha fazla muhafazakar var: Sırasıyla yüzde 36'ya karşı yüzde 25. Bu oran, Bill Clinton başkanlığı kazandığında, 36'ya 17'ydi!

Bu durum aynı zamanda modern muhafazakarlığın psikolojik olarak nasıl inşa edildiğini de açıklar. Modern liberaller, sosyal medya çağından önce kuruluydu ve düşüncelerinin NPR ve The New York Times tarafından yönlendirilmesine izin verecek şekilde eğitildiler. Modern muhafazakarlar, Rush Limbaugh ve Fox News'ten uzaklaşan isyancılardı.

Yani son 30 yılın tarihi, özünde şöyle: Demokratlar seçmen tabanından uzaklaşmak ile ona yakınlaşmak arasında bir paradoks içindeyken (her ikisinin de bir kısmını yapıyorlar), Cumhuriyetçiler ise böyle bir iç çelişkiye sahip değil. Cumhuriyetçi seçmen, 6 Ocak’ta ayaklanıp demokrasinin ABD için ana tapınağını yıkmaya çalışırken bile (iki veya üç onurlu istisna dışında) seçmen tabanına yakınlaşma yolunu izledi.

Şimdilerde bu durum değişmek üzere olabilir. 2024'te her iki senaryo da tersine dönebilir.

2024’e doğru: Demokrat seçkinler ve seçmen ilişkisi

Demokratlarla başlayalım. Joe Biden sağlıklı kalır ve tekrar aday olmaya karar verirse muhtemelen ne soldan ne de merkezden önemli bir meydan okumayla karşılaşmayacak. Aslında Biden'ın bu çevrelerde fazla “iş dostu” olduğu düşünüldüğünde, soldan gelecek bir meydan okuma tamamen göz ardı edilemez.

Ama bu yine de pek olası görünmüyor. Biden, partiyi ve solu, ayrıca parti içindeki solu bir arada tutma konusunda iyi bir iş çıkardı. Demokratları kapitalist yardakçılar olarak gören başka bir sol daha var, ancak bu sol, seçimler açısından çok büyük değil ve Biden yönetiminin başardıklarından oldukça memnun. Merkezcilerse o kadar da memnun değil gibi görünüyor. Onlar için Biden bir emniyet supabı. Zira Biden, partinin merkezcilerin istemediği birini aday göstermesine engel olan bir isim, kiliseye giden bir Katolik, daha sınırlı polis gücünü savunan bir siyasetçi.

Ayrıca, bu son iki zorlu yılda, ne kadar nahoş olursa olsun, Demokratların ancak birbirleriyle uzlaşarak zafer elde edebileceklerini öğrendikleri söylenebilir. Meclis’teki Demokratlar, Joe Manchin'in Enflasyon Düşürme Yasası'nın şartlarını ve sınırlarını dikte edebileceğini kabul etmekten başka çareleri olmadığını anladılar. Yasanın son hali, istediklerinin çok küçük bir kısmıydı. Ancak bu, onları yasaya oy vermekten ve yasa geçtikten sonra da bunu sanki Medicare ve Medicaid'in ikinci gelişiymiş gibi lanse etmekten alıkoymadı.

Biden'ın tekrar adaya olacağını varsayarsak, Demokrat seçkinler ve parti tabanı birbirlerinden o kadar da uzak olmayacak. Hatta oldukça ilerici bir ekonomik gündem etrafında büyük ölçüde birbirlerine yakınlaşacaklar. Biden aday olmaz veya olamazsa, o zaman ortaya farklı bir hikaye çıkacak. Ama o durumda bile 2016 tarzı bir seçmen öfkesinin ortaya çıkma ihtimali çok düşük. Çünkü parti düzeni bugün 2016'daki konumunun oldukça solunda. Ve o dönemde partinin sol tabanına göre Demokrat aday Hillary Clinton çok güçlü bir şekilde neoliberalizmin sembolüydü.

Şimdi eğlenceli kısma geçelim: Cumhuriyetçilerin adaylık sürecine…

2024’e doğru: Cumhuriyetçi seçkinler ve seçmen ilişkisi

Bu noktada, yarı çok adaylı bir Cumhuriyetçi Parti başkanlık alanı düşünülebilir. 2015-16'da olduğu gibi 17 aday beklenmiyor. Çünkü o zamanlar Donald Trump başlangıçta alay konusu bir isimdi. Bu yüzden birçok aday, "Hey, bunu ben de başarabilirim" diye düşünerek adaylık yarışına dahil oldu. Şimdi çoğu insan, Trump’ın seçmen desteğinin yüzde 30 dolaylarında olduğunu kabul ediyor. Dolayısıyla yedi veya sekiz adaylık bir süreç düşünülebilir: Trump, Ron DeSantis, Mike Pence, Liz Cheney, Glenn Youngkin, Chris Sununu, Mike Pompeo. İlave birkaç isim daha olabilir.

Cumhuriyetçi Seçkinler, Trump ve Never Trump arasında bölünecek.

Aday isimlerine geçmeden önce, Cumhuriyetçi elit tanımına bir bakalım. Cumhuriyetçi elitler, demokrat seçkinlerde olduğu gibi, üst düzey seçilmiş yetkilileri, danışmanları ve büyük bağışçıları kapsıyor. Ancak diğer önemli figürleri de içeriyor: Sağcı medya ve sosyal medya dünyalarındaki başlıca oyuncular. Nedeni basit. Çünkü sağcı medya araçları, (MSNBC ve The New York Times'ın Demokrat tarafta yapmadığı şekilde) Cumhuriyetçi Parti’de belirleyici bir rol oynuyorlar. Rupert Murdoch, Cumhuriyetçi siyaset üzerinde bir Macy's balonu gibi beliriyor. Oysa Demokrat seçmenlerin (ve seçilmiş Demokratların çoğunun) MSNBC'nin başkanının kim olduğunu bile bilmediğinizi tahmin ediyorum.

Cumhuriyetçi seçkinlerin Trump ile işlerinin bittiğine dair işaretler görünüyor. Ta bu ahlaki bir tavır alma meselesi değil. Daha çok pratik ve pragmatik bir mesele. Cumhuriyetçi seçkinler tarafından Trump, Senato'daki yenilginin sorumlusu olarak görülüyor. Mehmet Oz, Blake Masters ve Don Bolduc Senato yarışlarını kazanmış olsalardı, (Cumhuriyetçi elitlerin gözünde) Trump’ın, Ye (Kanye West) gibi antisemitleri ve Nick Fuentes gibi beyaz üstünlükçüleri her hafta sonu Mar-a-Lago'ya davet etmesinde bir sorun olmazdı. Ama yenilginin sorumlusu olarak görüldüğü için, Trump’ın bu tür davranışları onu Cumhuriyetçi seçkinlerden daha fazla uzaklaştırabilir.

Ancak Cumhuriyetçiler içerisindeki bu elit-Trump kopuşu yavaş bir süreç olarak işleyecektir. Cumhuriyetçi elit çevre, Trump karşıtı olduğu tahmin edilen Mitch McConnell'i içeriyor. Ama aynı zamanda, bir parmağı havada hâlâ Trump hakkında olumlu tweetler atan Lindsey Graham'ı da kapsıyor. Trump'tan ayrılma zamanının geldiğini söyleyen Stephen Schwarzman, Robert ve Rebekah Mercer gibi büyük GOP bağışçılarını da içeriyor. Ancak, her ihtimale karşı kendilerini Trump karşıtı ilan etmeye henüz hazır olmayan birçok bağışçıyı da kapsıyor.

Medya gücü simsarlarına gelince, bu seçkinler arasında artık hafta sonu, DeSantis'i tercih ettiğini açıklayan Elon Musk da var. Ancak şimdilik bahislerini kapalı tutan, sessiz kalmayı seçen Tucker Carlson da var.

Ve belki de en önemlisi, bu Cumhuriyetçi seçkinle arasında, Murdoch da var. Haber Kuruluşu kesin bir şekilde Trump'a karşı çıkarsa, Cumhuriyetçi Parti adaylığı pekala şu soruya gelebilir: Murdoch, Trump'ın tabanını kendisine karşı çevirme gücü gösterebilecek mi, yoksa seçmen tabanı, Mighty Rupert'ı bile Trumpizme bir kez daha teslim olmaya zorlama kabiliyeti mi gösterecek?

Seçmen tabanının bir kısmı Trump'tan uzaklaştı, bu doğru. Ancak seçmenin yüzde 30'unun desteğini elinde tutarsa, çok adaylı bir ortamda çok sayıda ön seçimi kazanabilir (2016'da ilk dört eyalette ortalama yüzde 34,4 ile üçünü kazanmıştı). Kazanan gibi görünmeye başlarsa da Cumhuriyetçi elitin ona karşı koyma cesareti gösterebileceğine dair hiçbir tarihsel tecrübe yok.

Ancak bu sefer farklı olabilir. Eğer öyle olursa, Ronald Reagan'ın görevdeki Gerry Ford'a meydan okuduğu 1976'dan beri görülmemiş ölçekte bir GOP iç savaşı göreceğiz. Günün sonunda hem Reagan hem de Ford daha medeni bir zamanda iyi birer Cumhuriyetçi olduklarından, şimdi yaşanacak bir iç savaş kesinlikle o iç savaşı geride bırakacaktır.

30 yılı aşkın bir süre geçti, ancak 2024'e gelindiğinde, Amerikalılar kendilerini bir tarafta, yarattıkları canavardan uzaklaşmaya çalışan Cumhuriyetçi seçkinler, diğer tarafta ise birbirine yakınlaşan Demokrat elitler ve seçmen tabanının olduğu tarihsel bir sahnenin önünde bulabilir. Bu, önümüzdeki yıllarda siyaseti yeniden düzenleyebilecek bir değişim olacaktır.


Bu yazı, New Republic’te 28.11.2022 tarihinde “It’s Elites vs. Base in the Coming Republican Civil War” başlığıyla yayınlandı. Çeviride editoryal düzenleme yapılmıştır.

Karıncalar idrar koklayarak kanseri tespit edebiliyor


Bilim insanları, karıncaların insan idrarını koklayarak onların kanser olup olmadıkları tespit edebileceğini ortaya çıkardı. Araştırmacılar, bu böceklerin hastalardaki kanserleri erken aşamada tespit etmek için uygun maliyetli bir yöntem olarak kullanılabileceğini söyledi.